15 Aralık 2010 Çarşamba

İzafiyet Teorisi




''Haydi kalk'' diyor babam,uyandırıyor beni. Saatten haberim yok,tek hatırladığım çok uykumun olduğu. O zamanlar anne-baba çalıştğı için bir hafta anneanne,bir hafta babaanne bakıyor bana.Zamanı geldi sanıyorum,hafta sonu bitti. ''Bu hafta sıra kimde'' diye soruyorum,babam gülüyor. ''Bugün daha pazar'' diyor,''Hani maça gideceğiz demiştim ya...''

İzlediğimi net olarak hatırladığım ilk maçın üzerinden o zaman farkedemesem de 336 gün geçmişti. Ve ben o 336 günün hepsinde kafamda maça gitmeyi kurmuştum. Ne olduğuna,nasıl bir şey olduğuna dair hiç bir fikrim olmasa da,o ilk maça gittiğim günden önce 336 maç daha izledim ben tribünden. Kâh babam götürüyordu,kâh radikal bir kararla Fenerli olan dayım götürüyordu,kâh ben büyüyüp yalnız başıma gidiyordum.

Evden çıkışımıza dair kareler net değil kafamda. Annem kalkmışmıydı,kahvaltı etmişmiydik,üzerimde ne vardı hiç hatırlamıyorum. Aşağıya indiğimiz zaman arabanın yanında durduğumu,babamın neden olduğunu hatırlamadığım bir sebepten arabayı almadığını hatırlıyorum sadece.

Taksim'e kadar nasıl geldiğimiz de yok kafamda ama babamın tam da The Marmara'nın önünde beni omzuna aldığını,Gümüşsuyu'ndan aşağı indiğimizi hatırlıyorum. Stadın kapısındaki polisi hatırlıyorum hayal meyal,sıraya girmeden içeri girdiğimizi de.Hava çok sıcak...

Çok kalabalık yerler bu stadlar,her yer insan kaynıyor,saha boş. Hani maç nerede?

Stadın ismini öğreniyorum bir zaman sonra; İnönü'nün kapalısında,sol tarafta,eski açığa doğru olan yerdeyiz. 6 yaşındayım,hava çok sıcak,maç bir türlü başlamıyor,çişim gelmeye başladı,susadım,pek iştahlı bir çocuk değilim ama biraz da acıktım galiba.Hem ayrıca sıkılmaya da başladım...

Zaman geçmiyor bir türlü,ben maçın başlamasından ümidi kesip yerdeki çekirdek kabuklarını ve sigara izmaritlerini iki ayrı grup yapıp sıkıntımı gidermeye çalışıyorum,babam kızıyor. Pis şeylerle oynamamalıymışım. 6 yaşındayım,güneş yüzüme vuruyor,çok sıkılıyorum...

Saatin kaç olduğundan yine ve hâlâ haberim yok ama futbolcular ısınmaya çıkıyorlar,ben yeniden babamın omzuna. Bir tek Schumacher'i net olarak ayırtedebiliyorum kafasında şapkasıyla.Sanki televizyonda daha hızlı hareket ediyor bu adamlar. Babama neden böyle yavaş hareket ediyor bu adamlar diye soruyorum,babam önce gülüyor sonra ''Daha maç başlamadığı için'' diyor,ısınıyorlarmış. ''E hava zaten çok sıcak neden ısınıyorlar ki'' diye soruyorum tekrardan,yanımızdaki adam çok gülüyor. Yanımızdaki adam,adam değil aslında. Yani dayım kadar adam,babam gibi büyük adam değil. ''Ver abi,biraz da benim omzumda dursun,sen çok yoruldun'' diyor. Babam dünden razı da ben hayatta gitmem. Yalandan ağlıyorum gitmemek için,babam da çaresiz indiremiyor beni.

Maçtan önce biraz dinlenmek için olsa gerek babam yere indiriyor beni bir süreliğine. Herkes ayakta olduğu için koltukların arasındaki boşlukta benim için ideal bir gölgelik oluşuyor. Sıcak az da olsa etkisini yitiriyor böylece. 6 yaşındayım,hava çok sıcak,daha önce 5 -en az- kere tuvalete gitmemize rağmen yine çişim geliyor,çok sıkılıyorum.Ayrıca artık çok yoruldum...

Takribi 10-15 yetişkin dakikası sonunda babam tekrar yukarı çekiyor beni. O da ne? Hep televizyondan gördüğüm Fenerbahçe'nin çubuklu formasını giymiş adamlar sahada duruyor. Aslında o kadar da yakın olmuyorlarmış. Halâ sadece Schumacher'i ayrıtedebiliyorum diğerlerinden. Başlıyorum hiç nefes almadan sormaya;

-Şu kim baba?
-Oğuz.

-Bu kim?
-Müjdat.

-Orada duran?
-Aykut.

-Şuradaki?
-Müjdat dedim ya oğlum.

''Rıdvan nerede hani,Hakan nerede?'' diye soruyorum,babam bıkmadan usanmadan cevaplamaya devam ediyor.Sakatmış onlar oynamıyorlarmış. Televizyondan hiç böyle gözükmüyor bu adamlar,ayrıca hâlâ televizyondakinden daha yavaş hareket ediyorlar.

6 yaşındayım,babamın omuzlarındayım,Fenerbahçe-Sarıyer maçında İnönü kapalısındayım...

Maç başlar başlamaz Oğuz atıyor bir tane.Herkes ayakta ama ben ne olduğunu anlamıyorum.''Ne oldu baba'' diyorum. O yaştaki çocuklar çok soru soruyor,babalar da hiç bıkmadan usanmadan cevaplıyor. ''Gol attık ya oğlum'' diyor babam. Sorular bitmiyor; '' Baba bu gerçek maç mı?''. ''Neden oğlum'' diye soruma soruyla cevap veriyor babam. ''E baba gerçek maçta hemen gol olmaz ki''. Sağımız,solumuz,önümüz,arkamızda kim varsa gülüyor bu sefer.

2 tane yiyoruz ondan sonra,Fener kaybediyor. Beşiktaş İzmir'de 3-1 galip,babama dokunsanız ağlayacak.Ben 6 yaşındayım,hayatımda ilk kez maça gittim,Fener 2-1 mağlup,çok acıktım,çok uykum geldi,çok sıkıldım,hava çok sıcaktı...

Çıkışta kitapsız köftecinin ızgara üzerine koyduğu köftelerin yağları yanarken çıkan koku ortalığı kasıp kavuruyor,ben ortalığı yıkıyorum köfte diye. Babam nuh diyor peygamber demiyor. Onlar da pismiş,eve gidince annem yaparmış bana köfte.

Çıkışta hiç yürümüyoruz.Daha doğrusu,6 yaşında bir çocukla maça gidip,ruhen ve bedenen bitmek üzere olan babam beni omzuna almayı gözüne kestirememiş olacak ki bizim arabanın sarısına biniyoruz. Günde 3 paket sigara içen babam,arabada çocuk olduğu için taksiciye sigarasını söndürmesini söylüyor,ben babam galiba yine kavga edecek diye düşünürken arka koltukta sızıyorum.

Pazar günleri pazar kurulurdu bizim evin orada ben çocukken. Babam beni uyandırdığında pazarı görüyorum ilk. Omzuna alıyor yine,pazarın içinden geçerken alışverişe çıkmış olan annemi görüyoruz. Babam omzundan indiriyor beni torbaları alıyor,annem elimden tutuyor,ben bir kez daha yalandan ağlıyorum.Yürümek çok zor geliyor...

Eve gider gitmez banyoya sokuyor beni annem. Çıktığımda babamı koltukta uyurken buluyorum. Ses yapma diyor annem,ben de öbür koltuğa dedemin Çetinkaya'dan aldığı bornozla uzanıyorum. Sonra annem uyandırıyor ikimizi de,köfte yapmış. Yemek yiyiyoruz,ilk kez kolama sıcak su koymuyor annem. Yemekten sonra ben yine uyuyorum.

Ertesi sabah önce annemi iş yerine bırakıyoruz babamla,sonra babam beni anneanneme bırakıyor. Teyzem yok artık evde,Ankara'da okula gidiyormuş. Dayım uyuyor hâlâ.Üstüne atlıyorum. Çok korkuyor ya da korkmuş gibi yapıyor bilmiyorum. '' Nasıl koydular lan'' diyor gülerek. ''Ben maça gittim'' diyorum. ''Sen gel bir de bizim maçları gör'' diyor. ''Gelmem'' diyorum,''Maça gitmek bok gibi bir şey...''

Çocuğunuzun izafiyet teorisini erken yaşlarda tecrübe etmesini istiyorsanız,onu maça götürün sevgili ebeveynler. Zira o maçın öncesi ve sonrasının sadece 6-7 saatlik bir süreçten ibaret olduğuna beni hiç kimse inandıramaz...

13 Aralık 2010 Pazartesi

Ben Hep 17 Yaşındayım...

Erdal Eren,13 Aralık 1980 tarihinde 17 yaşındaydı.

Hep 17 yaşında kaldı...

11 Aralık 2010 Cumartesi

Aykut,Turhan,103 gol,Şampiyonluk...




Evden nasıl çıktık,oraya kadar nasıl geldik hiç bir fikrim yok. İlk hatırladığım sahne; İngiliz Konsolosluğu'nun önünden Ömer Hayyam'a doğru aşşağı inen yoldaki alt geçidin çıkışında sağımda annem,solumda babam elimden tutuyorlar. Hava güneşli,benim üstümde 11 numaralı çubuklu var,herkes mutlu. Babaannem'e gidiyoruz,misafir gelecekmiş.

81 geniş mermer merdiven çıkıyoruz,bugün 120 yaşında olan Rum binasında. Hayatımın bugüne kadarki kısmında hiç bir yolu o kadar çok defa kat etmemişimdir,iddialıyım. Dedem açıyor kapıyı,her zaman olduğu gibi aklını yitirmişcesine gözleri büyüyor,ne yapacağını şaşırıyor. Babaannem yine bir şeyler okuyup,üflüyor suratıma ben daha henüz dedemin markajından kurtulamadan. Annemin,babamın ağzı kulaklarında. Babaannem sırasını bekliyor. Champs-Elysees'de büyümediklerinden ve kadın erkek eşitliği 1940'larda henüz Türkiye'ye uğramadığından hiyerarşi var babaannemlerde. Bizim evde böyle bir şey yok. Annem neyse babam da o. Çocuğum ama aptal değilim,farkı biliyorum...

Biraz sonra dedemle babamın evden çıkmaya yeltendiklerini hissediyorum. Ben de erkek olduğum için artık buralarda kalamam.Ne işim var kadınların arasında,benim de onlarla çıkmam gerekiyor. Annem ''otur aşşağı'' manasına gelen bir şeyler söylüyor,ben ağlıyorum. Ben ağlarken dedemle babam kaçıyorlar. Ben daha da bağırarak ağlamaya başlıyorum,babaannem yine bir şeyler okuyup suratıma üflüyor,annem maç başlayacak şimdi televizyonu açayım diyor,''ben açarım'' diyorum. Babaannemlerin televizyonu kumandalı değil ama ITT Schaub-Lorenz'in mühendisleri bile benden iyi bilemez bunun nasıl çalıştığını. Açıyorum televizyonu,bir şeyler var ama ne olduğunu hatırlamıyorum. Misafirler geliyor bu sırada. Yaşlılar el öptürmeye çalışıyor,benim hoşuma gitmiyor. Bir sürü buruşuk eli öpmek çocukken bile çok tercih edilesi bir şey değil,o gün anlıyorum. Annem ile babaannem kaş göz yapıyor ama yok Allah yok,öpmüyorum. Onlar misafir odasına geçerken maç başlıyor. Boyumun yaklaşık 3 katı olan kapıyı hırsla çarpıyorum maç başlayınca,çok ses geliyor içeriden. Annem geliyor hemen sese,kapıyı açıp önce gülüyor sonra sessizce kapatıp yine içeri gidiyor.

Hafta boyunca Halit Kıvanç'ın oynadığı reklamları hatırlıyorum. Fenerbahçe'nin 100. golünü bilene bilmem ne gazetesi bilmem ne verecekmiş diyor. Ben kolay buluyorum bu soruyu. Aykut atacak tabiki diyorum her gördüğümde,başka kim atacak. Ama öyle olmuyor, Turhan uçarak kafayla atıyor golü. Bense ilk ve son defa Fenerbahçe'nin attığı bir gole üzülüyorum. Maçı Fenerbahçe 4-3 kazanıyor ama bu bana hiç bir şey ifade etmiyor. Aykut atmalıydı o golü,Aykut'un hakkıydı...

Akşam babam geliyor bizi almaya. Çok pis kokuyor babam. Annem biraz sinirli gibi geliyor bana. Aşşağı iniyoruz ama bizim araba yok,başka bir arabaya bindirmeye çalışıyor babam bizi. ''Oha baba arabamızı çalmışlar'' diyorum, annem çok gülüyor. Aslında o kadar da sinirli değilmiş demek ki. Babam Gaspar ustayla arabaları değiştirmiş. Onunki station bizim ki ''normal'' arabaymış. Gidip teyzemi alıyoruz,dayıma sen de gelsene diyorum sonrasında hayatımda ilk defa ''siktir lan'' diye bir şey duyuyorum. Bu sefer de annem kızıyor dayıma. Niye herkes kızıyor ki ona,ben çok seviyorum onu. O bana uzaktan kumandalı kamyon almıştı,hem de 500 basan...

Tura çıkıyoruz. Ben,annem,babam,teyzem,bir de birisi daha var arabada ama kim olduğunu hatırlamıyorum. Diğer arabalardaki insanlar camdan çıkıp bayrak sallıyor. Ben de çıkacağım diyorum teyzem izin vermiyor. Teyzem bizde kalıyor o akşam. Ertesi sabah babamla bakkala gidiyoruz. Her zaman gazete alıyor babam ama sanki bu sefer daha çok alıyor. Çok saçma geliyor bana,hepsi aynı halbuki.

5 yaşındayım, Fenerbahçe 103 gol atıp şampiyon oluyor. 5 yaşındayım,100. golü Aykut atmalıydı diyorum,onun hakkıydı...




İlk Bu...





Merdivenleri çıkıyoruz rahmetli anneannemle...Alışverişten geliyoruz,daha başka ne aldığımızı hatırlamıyorum ama siyah bisküvi almışız bana.Onu,ayrı bir poşette ben taşıyorum. Bir ''gool'' sesi geliyor biryerlerden,kızıyorum anneanneme,''geç kaldık işte'' diyorum,''senin yüzünden kaçırdık maçı.''Sabah babam arayıp söylemişti,Fenerbahçe-Galatasaray maçı varmış o gün,oradan biliyorum. Gülüyor rahmetli bu halime,''Tanju atmıştır'' diyor. Daha da çok sinirleniyorum,''hayır işte Aykut atmıştır...''

İçeri giriyoruz,uzaktan kumandalı televizyon daha yeni alınmış ama nereden açıldığını biliyorum. İlk Simoviç'i görüyorum,sonra Prekazi'yi gösteriyor televizyon.''Kaç kaç ya'' diyorum içimden,''söylesene kaç tane atmışız''. Söylemiyor... Bir kaç dakika sonra devre oluyor,ekrana bir yazı geliyor; Galatasaray 3-0 Fenerbahçe. Saçma geliyor bana. Yani benim,annemin,babamın,amcamın,teyzemin,dedemin Fenerbahçesi yenilmez,yenilemez ki... Bir şeyler hissediyorum o an. Annem istediğim oyuncağı almamış gibi ya da babam ''çok yorgunum,bu akşam maç yapamayacağız'' demiş gibi. Tuhaf geliyor anlayamıyorum. Üzülmek zor bir şey çocukken. Neye üzüldüğünü bile bilmiyorsun.

Devre arasında camdan bakmaya yelteniyorum,hava kapalı. Anneannemin sesini duyuyorum birden,kızıyor cama yaklaştığım için.Koltuğa dönüyorum,anneannem bisküviyi tabağa koyup getirmiş. Kızıyorum yine. Ben büyük çocuklar gibi paketten yiyebilirim yere dökmem ki...

İkinci yarı başlıyor. İlk Rıdvan'ı gördüğümü hatırlıyorum. Aykut'u görüyorum sonra,Hakan,Oğuz,Müjdat... Az sonra Aykut atıyor bir tane,ben ''goool'' diye bağıyorum,Aykut yanıma koşuyor,''üzülme çocuk'' diyor ''üzülme biz Fenerbahçe'yiz.'' Ya da ben öyle hatırlıyorum.Belki o golü hiç atmadı,belki de attı ama yanıma koşmadı...Anneannem geliyor mutfaktan benim sesime,golün tekrarını izliyor,gülümsüyor,sonra mutfağa geri dönüyor.

Bisküviler bitiyor,biter bitmez salatalık getiriyor anneannem tuzlu tuzlu.Onu yemeye başlıyorum.Şimdikiler ile uzaktan yakından alakası olmayan o kokulu salatalığı yerken Hasan başlıyor atmaya.3-2 oluyor,3-3 sonra. Her gol deyişimde anneannem mutfaktan golü görmeye geliyor. Hoşuma gidiyor bu,gol olmasada gol diye bağırmaya başlıyorum.Bir,iki derken anneannem uyanıyor mevzuya ama yine de geliyor. 4-3 oluyor bu sefer,yine Hasan atıyor,ben yine bağırıyorum,anneannem yine geliyor. Maç bitiyor,sanki annem dayanamayıp o oyuncağı almış gibi. Sanki dedem bisiklete yolda da binmeme izin vermiş gibi. Yine tuhaf geliyor,yine anlamıyorum. Babamla konuşmak istiyorum. Telefonun başına geçip anneanneme ara diyorum. Rakamları tanıyorum ama numarayı bilmiyorum ben. Onun araması sonra da babamı istemesi lazım. Numarayı çevirip bana verir de telefona başkası çıkarsa utanırım,isteyemem babamı. Arıyor anneannem ama babam dükkanda yokmuş,maça gitmiş. Çok heyecanlanıyorum babam maça gittiği için. Nasıl bir şey acaba maça gitmek? Tribünde olmak, Aykut'u,Rıdvan'ı,Hakan'ı,Schumacher'i görmek. Beni de götürse ya bir kere. Hem belki Aykut'la da konuşurum. Rıdvan beni kucağına alır belki. Öyle bir şey sanıyorum maça gitmeyi. Öyle bir şey olsa gerek maça gitmek.

Dayım gelsin diye bekliyorum artık. Dalga geçeceğim,Neuchatel maçından sonraki sevincinin arasına beni Galatasaraylı yapma çabalarını sıkıştırıp,biz şöyle iyiyiz,siz böyle dandiksinizlerin cevabını vereceğim. O 18 yaşında o zaman. Teyzem bile dershaneden geliyor ama dayım yok hala ortada. Çok uykum geliyor,yatıyorum ben dayımı göremeden. O 18 yaşında o zaman,bir yandan Galatasaray'ı tutuyor,bir yandan da memleketi kurtarıyormuş faşistlerin ellerinden! Sabah görüyorum dayımı. ''Nasıl koyduk'' diyorum. Anneannem çok kızıyor bana ama dayıma daha çok. O öğretiyor hep böyle şeyleri bana. Dayım gülüyor, ''biz size hep koyuyoruz'' diyor. Anneannem bu sefer daha çok kızıyor dayıma. Dayım halâ gülüyor,ben de gülüyorum.

Ben o zaman 5 yaşındayım,Fenerbahçe ile ilgili ilk bunu hatırlıyorum...

7 Aralık 2010 Salı

Devotion





Bileni çoktur gerçi ama yine de söyleyeyim; başlık kelime anlamı olarak fedakârlık,özveri anlamı taşır.

Ha aldık,ha alacağız derken bilet kalmadığını öğrenmiş bulunduk bugün. Olsun,karaborsacılarla hukukumuz ta ortaokul yıllarına dayanır ve en nihayetinde o da bir sektördür!

Yaptığımız iş,sorumluluklarımız nedeniyle yılda üç,bilemedin dört maça gidebiliyoruz ya hani...Heh işte bu onlardan biri.

Bilet kalmamış,kulüp sponsorlara dağıtmış,karaborsacılar biletix gişesindeki elemanı bağlayıp beş bin bilet almış,salon çok uzak,sabah işe gideceğim vs. bunları geç Fenerbahçeli.

Fedakârlıksa,bugün içtiğin sigaradan fedakârlık etme günü.

Özveriyse,bugün uykunu daha az alma günü.

Giy formanı,git salona,yüreğini koy ortaya ama gözünü seveyim arabesk şarkılar söyleme! Çok bir şey istemiyorum,biraz OAKA,biraz Nokia Arena olsun yeter.Daha fazlasında gözüm yok!

Ps:Yıllık iznimi de 6-8 mayıs tarihleri arası Barcelona'da değerlendirmeyi düşünüyorum ve tek amacım La Boqueria'da deniz mahsullerinin dibine vurmak değil...

31 Ekim 2010 Pazar

Geçmiş-Bugün-Gelecek 7




Yeni sezona girilirken,aynen bir önceki fetret devrinde olduğu gibi boşalan teknik direktörlük koltuğunu doldurmakta zorlanıyordu Fenerbahçe.Bu dönem aynı zamanda yazılı medya için de yüksek profilli isimlerin -Capello,Lippi,Löw- Fenerbahçe teknik direktörlüğü adına havada uçuşması demekti.Zira Fenerbahçe'nin sadece adı bile 300.000 sattırıyordu.

2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda Türk Milli Takımı'nın elde ettiği başarıda payı bulunan Fenerbahçeli futbolcuların -en başta Semih- neden kendi takımlarında aynı performansı gösteremediği tartışıladursun,Fenerbahçe aynen bir önceki yıl olduğu gibi takımın vazgeçilmez bir parçasını bedelsiz olarak kaybediyordu.

Orta sahanın defansif anlamda bütün yükünü çeken Aurelio Real Betis'in yolunu tutarken,o dönem İspanya Milli Takımı ile kampta bulunan son La Liga gol kralı Daniel Güiza,kendisini Fenerbahçe'ye bağlayan sözleşmeye,Fotomaç diliyle faks yoluyla imza atıyordu.

Bu transfer ile birlikte Kezman illetinden kurtulup,La Liga gol kralını takımında bulan Fenerbahçe taraftarları sevinç çığlıkları atarken,henüz farkında olmadıkları bir şey vardı !

Hücum hattındaki sıkıntıyı Güiza ile giderdiğini düşünen Fenerbahçe yönetimi,Aurelio sonrası orta sahada oluşan boşluğu da doldurmayı planları arasına dahil ediyordu.Her yıl bıkmadan usanmadan aynı hatayı ısrarla tekrarlayan Fenerbahçe yönetimi,haritada Türkiye'nin yerini dahi bulamayacak adamların peşinden haftalarca koşuyordu.

Xabi Alonso,Marcos Senna gibi oyuncular ha geldi ha gelecek diye kamuoyunda konuşulurken,oyuncular ve kulüpleri ikna ediliyordu edilmesine ama oyuncuların eşleri Türkiye'ye gelmeye bir türlü ikna olmuyordu!Hem ayrıca çocukların okul sorunu da ayrı bir parantez istiyordu!

Avrupa Futbol Şampiyonası sırasında biz taraftar olarak Teknik Direktörsüzlükten yakınırken başkan Aziz Yıldırım,o güne kadarki başkanlığı süresince kafa yapısına en çok uyan teknik direktör ile işi -bizden habersiz- bitirmişti bile.

İspanya Ligi gol kralından sonra İspanya Milli Takımını Avrupa Şampiyonu yapan Luis Aragones ile de 2 yıllık sözleşme imzalanmıştı.

O yıl 69 yaşında olan bir teknik adamla fikir birliğine varan başkan Aziz Yıldırım,sonraki günlerde de Emre Belözoğlu'nu tabiri caizse evlat ediniyordu.

Sezon başı hazırlıkları sırasında Aurelio'dan boşalan orta sahaya transfer yapılması gerekliliği hâla gündemin 1 numaralı sorusuyken Aziz Yıldırım manevi evladı Emre Belözoğlu'nu askere,bir önceki sezonun tartışmasız yıldızı Deivid ise annesini bulutların üzerine uğurluyordu.Annesini kaybetmenin acısı ve travması yetmezmiş gibi bir de bacağı kırılıyordu İnter,Sevilla,Chelsea fatihinin.

Yine aynı süreçte Selçuk Şahin alışılageldiği üzere bir önceki teknik direktöre gönderme yapmayı ihmal etmeyip, ''x gitti böyle oldu'' başlıklı röportajını Fanatik gazetesine verirken,transferin son gününde bayan Senna ve bayan Xabi'den olumlu yanıt alamayan Fenerbahçe yönetimi,Villarreal'in 33 yaşındaki genç oyuncusu Josico ile anlaşıldığını açıklıyordu.

Şampiyonlar Ligi önelemesinde Partizan engeli 2-2 ve 2-1'lik skorlarla aşılırken,takımın Şampiyonlar Ligi'nde geçen yıl bıraktığı yerden devam etmesi bekleniyordu.

Şampiyonlar Ligi grubunda Arsenal,Porto ve Dinamo Kiev ile eşleşen Fenerbahçe ilk maçını deplasmanda Porto ile oyunuyor ve son derece kötü bir oyunla sahadan 3-1 mağlup ayrılıyordu.Grubun ikinci maçında Kadıköy'de Dinamo Kiev ile karşılaşan Fenerbahçe,oyunun belli bölümlerinde baskı kursa da skor üretemiyor ve 0-0'lık sonuçla sahadan 1 puan ile ayrılmak zorunda kalıyordu.Grubun favorisi Arsenal ile Kadıköy'de üçüncü maça çıkan Fenerbahçe,5-2 gibi ağır bir skorla hezimet yaşıyordu.Bu maçta göze çarpan bir başka unsur ise Güiza'nın daha sonra bir çok kereler karşılaşacağımız son vuruşlardaki başarısızlığıydı.Bir sonraki maçta Emirates'e kendilerinin kırdığı rekoru egale edeceği duasıyla uğurlandı Fenerbahçe rakipleri tarafından.Bu maçta orta sahayı nadiren geçen Fenerbahçe,işin defansif yönünü başarılı bir biçimde sürdürüp bu zor deplasmandan bir puan çıkarmanın yanı sıra,bir maçta alınan en farklı mağlubiyet ünvanını da onların arzuladığının aksine rakiplerinde bırakıyordu.Dördüncü maç olan Porto karşılaşmasına ''Don't Give Up The Fight'' pankartı eşliğinde çıkan takım,daha ilk yarım saat dolmadan Lisandro'nun 2 golüyle Avrupa performansında eskiye dönüş yaptığının sinyallerini veriyordu.İkinci yarı oyuna dahil olan Kazım'ın 63. dakikadaki golü sadece teselli olurken,Fenerbahçe grubun son maçında deplasmanda Dinamo Kiev'e de beklenildiği üzere 1-0 mağlup oluyordu.

Bir önceki yıl Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynayan,yarı finalin kapısından dönen takım o yıl galibiyet dahi alamadan 2 puan alarak Avrupa'ya veda ediyordu.

Bu yazı dizisine ilk başladığım günden beri nacizane,hatırladığım kadarıyla,elimden geldiği,futbol bilgim elverdiği kadarıyla teknik-taktik,soyal çerçevede ve gelen gidenler ışığında Fenerbahçe'nin son yılları ile ilgili bir şeyler paylaşmaya çalışıyorum burayı okuyanlarla.Sezon bazlı ilerlemeye gayret ettiğim bu diziyi yazarken de genel olarak malzeme sıkıntısı çekmiyorum.Zira hem Fenerbahçe'nin çalkantılı yapısı,hem de kulübün son yıllardaki keskin çıkış ve inişleri bana sonsuz malzeme veriyor.Ancak Luis Aragones yönetiminde geçen 2008-2009 sezonu ile ilgili konuşacak,yazacak,tartışacak kayda değer bir veri gerçek anlamda yok.Ne diziliş,ne teknik-taktik anlamda,ne bireysel ne de takımın genel performansına dair kayda değer bir şey de.

Göreve getirildiğinde yönetime yönelik eleştirilerin tümü 70 yaşında olması üzerinden yürütülen Luis Aragones Fenerbahçe'ye hiç bir şey vermedi.Zaten istese de veremezdi.Lâkin bu onun yaşından ziyade Fenerbahçe'ye bakış açısı ile bağlantılıydı.Reddemeyeceğim bir emeklilik ikramiyesiydi şeklinde değerlendirdiği Fenerbahçe serüveni boyunca kulübede gözleri yarı açık,yarı kapalı fotoğraflar verdi dede.

Teknik direktörün genç ya da yaşlı olması,tecrübeli veya başarıya aç şeklinde değerlendirilmesi büyük saçmalıktır benim gözümde.Zira Luis Aragones'ten sadece 1 yaş küçük olan Giovanni Trapattoni'nin bu işe olan tutkusu antrenmana çıkışından tutun,düzenlediği basın toplantılarına kadar bulunduğu her alanda hissedilirken,Manchester United'da geçiridiği 24 yıl zarfında almadığı kupa,elde etmediği başarı kalmayan,Aragones'ten 3 yaş küçük Alex Ferguson hakemin beğenmediği her kararında hâla yerinden kalkıp ağızında sakızı ile Old Trafford'un merdivenlerinden büyük bir hırsla iniyor.Aragones'in ise o yıl herhangi bir maçta kulübede kısa bir süreliğine de olsa içinin geçtiğine yemin edebilirim.Yukarıda saydığım iki isim ile arasında yaşça çok fark olmasa da diğerleri işlerine tutku ile bağlıyken,sobanın üstüne koyduğu mandalina kabuklarının kokusu eşliğinde,kanepesine uzanmış ve yarı uyuklar pozisyonda Harika Pazar'ı izleyen dede imajı vardı bizimkinde.

Başarıya aç lafını da en az tecrübeli hoca lafı kadar saçma buluyorum.Zira Jose Mourinho Porto ile Uefa kupasını aldığında 40,yine aynı takımla Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu elde ettiğinde 41 yaşındaydı.Chelsea'yi 50 yıl aradan sonra Premier Lig şampiyonu yaptığında 42,İnter ile yeniden Şampiyonlar Ligi'ni aldığında 47 yaşındaydı ve artık doymuş olması gerekiyordu.10 yıllık teknik direktörlük kariyeri boyunca 2 kez şampiyonlar ligini almış olması onu kesmemiş olacak ki,İnter'in artık ona ufak geldiğini iddia edip Dünya üzerinde çalışılması en zor kulüp olan Real Madrid'in yolunu tuttuğunda risk aldığının farkındaydı belki ama Dünya'nın açık ara en çok fark yaratan teknik direktörüyken bu imajın yıkılması korkusu gütmeden yeni bir maceraya hazırlıyordu kendini.

''La Mancha'nın adını hatırlamak istemediğim bir köyünde...'' diye başlar Don Quijote ve yıllar sonra eğer o sezonla ilgili bir şeyler söylemek zorunda kalırsam,sanırım bende buna benzer bir cümle ile başlayacağım.

Ama adettendir diye de ekleyelim.Beşiktaş,Fenerbahçe ve Galatasaray'ın olmadığı ligde,Sivasspor'un 5 puan önünde Şampiyon oldu.

Devam edecek...


23 Ekim 2010 Cumartesi

Bildiğini Yap,Bildiklerini Unutmasınlar




Takımların genel durumu,kadro kalitesi,teknik ekip farkı,kulüp içi karışıklıklar,ev sahibi olma avantajı vs. bunların hepsi hikaye.


Fenerbahçeli futbolcu arkadaşım,sen sahaya çık bildiğini yap.Sen yap ki ne onlar,ne onların çocukları,ne de onlardan da sonra gelecek kuşaklar neyi bildiklerini unutmasınlar...

9 Ekim 2010 Cumartesi

''Kimsenin Unutamayacağı Bir Penaltı Kurtardım''





''Kimsenin unutamayacağı bir penaltı kurtardım'' diyordu ve o penaltıyı kurtardığında Küba Devrimi'ne sadece 6 yıl,Birleşmiş Milletler'de yapacağı konuşmaya 11 yıl,Kongo'ya gitmesine 12 yıl vardı.

Doktor,motosikleti ile Latin Amerika'yı gezen bir maceraperest,kaleci,devrimci,kumandan,gerilla oldu sırasıyla ve 53 yıl önce tam da bugün Bolivya'da,CIA destekli Bolivya ordusunda bir başçavuş olan Mario Teran tarafından öldürüldü.

Hasta Siempre Comandante...

26 Eylül 2010 Pazar

Bu Golü Bana Bir Anlatın






1993 yılında Kashima,İmparatorluk Kupası için Tohoku Sendai ile oynuyordu ve kendisinin de söylediği gibi o,hayatının en güzel golünü o gün atacaktı.


Ve bu golü görmekten mahrum olan körler ,

''Bu golü bana bir anlatın'' diyorlardı...

Eduardo Galeano-Gölgede Ve Güneşte Futbol

24 Eylül 2010 Cuma

Geçmiş-Bugün-Gelecek 6



Başından sonuna sıkıntıların,acıların,ayrılıkların yaşandığı ancak mutlu son ile biten Türk filmleri tadındaki 100.yılın ardından çatlak seslere rağmen -doğru bir kararla- Zico ile devam kararı alan Fenerbahçe yönetimi,aynı tutarlılığı futbolcular konusunda koruyamayacağının sinyallerini ilk olarak o günlerde veriyordu. Kendini dev aynasında gören,Dünya'nın en iyi forvetlerinden biri olduğunu düşünen Mateja Kezman'nın aldığının 1 Euro fazlasına kalacağını belirten Tuncay Şanlı,Türkiye'de her zaman yaşanan yerli-yabancı ayrımına tabi tutuluyor,başkan Aziz Yıldırım bir Türk oyuncuya o kadar para verilemeyeceğini savunuyordu. Middlesbrough yolunu Tuncay Şanlı ise büyüklüğü Fenerbahçe ile kıyaslanamayacak,düşük profilli bir takımı terchih ettiği için hem taraftar hem de bir kısım medya tarafından kıyasıya eleştiriliyordu. Seyirci ortalaması bırakın Premier Lig'i Championship ile bile kıyaslanamayacak bir ülkenin spor -skor- yazarları tarafından yapılan eleştiriler sürekli Fenerbahçe-Middlesbrough karşılaştırması üzerinden yürütülürken,25 yaşındaki bir Türk oyuncunun Premier Lig tecrübesi yaşamak isteme ihtimali üzerinde kimse durmuyor,kariyerini İngiltere'de devam ettirmesinin ''major'' takımların gözünün önünde bulunması demek olduğunu bencilce bir tavırla görmezden geliniyordu.

Sonuç olarak Fenerbahçe'de geçirmiş olduğu 5 yıl boyunca bir kez olsun kasıtlı faul yapmayan,hakemi aldatmaya yönelik harekette bulunmamış,yaşanan saha içi arbedelerde hiç bir zaman yer almamış Fenerbahçe'nin 2.kaptanı -kalsa kaptan olacaktı ve bana göre o pazuband koluna herkesten çok yakışacaktı- yuvadan uçuyordu. Tuncay ile birlikte ruhunun son parçasını da kaybettiğinin farkında olmayan Fenerbahçe yönetimi ise o sıralarda yıllardır hayalini kurduğu Roberto Carlos transferini gerçekleştiriyordu. Tuncay dışında,kaptan bellediği ve çok değil bir kaç yıl sonra bunun ne derece hatalı bir karar olduğu ortaya çıkacak Ümit Özat Köln'nün yolunu tutarken,Rüştü Reçber en sonunda ve bir daha geri gelmemek üzere takımdan ayrılıyor,kıta değiştirip siyah-beyaz renklere bürünüyordu. Takıma ise Roberto Carlos dışında,Rizespor'dan Yasin Çakmak,Sunderland'den Colin Kazım ve Metin Diyadin'in tavsiyesi üzerine Oftaş'tan Gökhan Gönül katılıyordu.

Yeni sezona bir önceki sezonun kopyası gibi başlayan Fenerbahçe,ligin ilk haftasında belalısı İ.B.B'ye 2-0 mağlup oluyor,Şampiyonlar Ligi önelemesinde ise Anderlecht ile eşleşiyordu. Bu sıralarda gelen Stephen Appiah'ın sakatlandığı haberi ise can sıkıyor ancak kısa süre içinde sahalara döneceği yönünde yapılan açıklama yüreklere su serpiyordu. Appiah'ın yokluğunda orta sahayı Deniz-Aurelio ikilisinden kuran Zico yönetimindeki Fenerbahçe,Kadıköy'deki ilk maçı Alex'in golüyle 1-0 kazanırken ortaya konan oyun kimseyi tatmin etmiyor,geçen sezondan miras kalan uyumsuzluğun devam ettiği gözlemleniyordu. Deplasmanda Alex ve Kezman'ın golleriyle gelen 2-0'lık galibiyet ile 1 yıl uzak kaldığı Şampiyonlar Ligi'ne adım atan Fenerbahçe,İnter,Cska,Psv kurasını çekiyordu.

Takımın verdiği genel görüntüye dayanarak yapılan yorumlar grubun zorlu olduğu,3.olup Uefa kupasına katılınmasının başarı sayılması gerektiği yönündeydi. Ligdeki istikrarsızlığın devam edip sırasıyla Oftaş,Rize ve Bursaspor ile 1-1 berabere kalındığı bir dönemde,Kadıköy'de İnter'in karşısına dikiliyordu Fenerbahçe. Sahadan Devid'in muhteşem golüyle 1-0 galip ayrılırken,sayısız gol pozisyonu kâh Julio Cesar elinde kâh reklam panolarında eriyordu.

Bu maç ile birlikte ortaya çıkan 2 şey vardı. Bunlardan birincisi ligde tel tel dökülen takımın Avrupa'da bir başka oynadığı,daha motive,daha konsantre ve daha aç gözüktüğüyken,ikincisi isestajyer Zico'nun geçen sezon temellerini attığı kendi sistemini oturtma çabasının sonuç vermeye başladığıydı.

Yavaş,temposuz,garanti pasa dayalı,defans hattının olabildiğince geriye yaslandığı bu oyun anlayışına,Zico'nun kafasındaki dizilişe uygun özellikte olan oyuncuları doğru antrene etmesi ekleniyor,Fenerbahçe geçen sezon yaşadığı sıkıntılardan arınmaya başladığının sinyallerini veriyordu. Dörtlü defansın soluna yapılan Roberto Carlos takviyesi ile birilikte takım 4-2-3-1 dizilişine dönerken,Tuncay'ın ayrılığı sonrasında soru işareti olarak kalan sol kanat Uğur Boral ile dolduruluyor,bir önceki sezonun en kötü ismi Deivid sağ kanada yerleşiyordu. Tercih edilen bu temposuz oyun anlayışının getirisi olan ileride çoğalamama,üçüncü bölgede ihtiyaç duyulan rakip defansın dengesini bozacak ekstra adam eksikliği gibi sorunlar bazen kanat beklerinin bindirmesi,genel olarak ise Deivid'in içeri kat edip Alex ile birilikte forveti üçlemesi ile mümkün olan en az seviyeye indiriliyordu.

Kanat beklerinin bindirmelerinin hayati önem taşıdığı bu taktik anlayışta Carlos-Uğur ikilisinden oluşan sol taraf neredeyse kusursuz işlerken,sağ kanatta ise Devid'in kabuk değiştirmesi bile yeterli olmuyor,arkasında oynayan Önder ne Deivid'in boşalttığı kulvarı kullanabiliyor ne de işin savunma yönünde gerekli katkıyı sağlayabiliyordu. İyi dripling yapabilen oyuncular karşısında çok zor durumlara düşen Edu-Lugano tandemine zaman zaman -canı istediğinde- Roberto Carlos ters kademeye girerek yardımcı olurken,ters kanatta oynayan Önder rakip forvetlere kaleye kadar eşlik ederek büyük bir misafirperverlik örneği gösteriyordu.

Şampiyonlar Ligi'nin ikinci maçında Moskova deplasmanına çıkan Fenerbahçe maçın başında Alex ile golü bulsa da Edu'nun iki asisti sonrası mağlup duruma düşüyor,2-1'den sonra da yukarıdaki tanıma uyan Vagner Love'un şovu başlıyordu. İşte tam bu sırada Daum'un iyi ''antrenör'' olmasına rağmen hiç bir zaman beceremediği taktisyenlik adına ilk sinyali çakan Zico oyundan Edu ve Lugano'yu çıkarırken onların yerine daha süratli olan Gökhan Gönül ve Yasin'i,gol bulmak zorunda olduğu için de Deniz'in yerine Kazım'ı dahil ediyordu.Önder-Yasin ikilisini geride bekletip Gökhan ile sağdan Roberto Carlos ile soldan sürekli bindirmeye başlayan Fenerbahçe 85'te -biraz da şansın yardımıyla-Deivid ile golü bulup İstanbul'a 1 puanı alıp dönüyordu.

Deplasmandaki Psv maçında önce Alex'in sakatlanması sonrasında ise Deivid'e gösterilen saçma sapan kırmızı karta rağmen iyi bir oyun sergileyen Fenerbahçe,zaten sisteminin odak noktası olan rölanti oyunun dozunu 10 kişi kalınca -haklı olarak-daha da arttıyor ve bu deplasmandan da 1 puan almayı biliyordu.

Şampiyonlar Ligi'nde deplasmanda alınan 1 puan her zaman değerlidir ancak bu maçta bundan daha değerli,uzun vadede daha fazla fayda sağlayacak bir gelişmeye daha imza atıyordu stajyerZico.

Takımın işlemeyen tek noktasına neşter vuruyor,Daum'un hiç bir zaman cesaret edemediği,edemeyeceği bir karar vererek daha önce bir kaç lig maçında denediği Gökhan Gönül'e ilk onbirde şans veriyordu. Verilen şansı mükemmel kullanan Gökhan Gönül ortaya koyduğu oyunla bundan sonra burası benim diyordu.

Ligde ise işler geçen sezona nazaran daha iyi gidiyordu. Ekim ayının ortalarında başlayan çıkışla birlikte takım önce 4 ardından da 5 maçlık galibiyet serileri yakalayarak çıkışa geçiyor,sezon başındaki ''ruhsuzluğa'' ithafen tribüne asılan ''Tuncay ruhunu gönder'' pankartı apar topar kaldırılıyordu. Ligdeki bu çıkışta büyük payı olan Tümer Metin ise Avrupa kupası maçlarında tercih edilmiyordu. Bu döneme dair kötü anı olarak Appiah'ın bitmek bilmeyen sakatlığı akıllarda yer ederken,nihayet Semih ''Are You Big Player'' Mateja Kezman'ın sakatlığı sonrası formayı alıyordu. Aurelio ile mükemmel bir uyum yakalayan Deniz Barış'ın sakatlığının kısa süreceği açıklanırken o bölgeye taraftarın bir başka sevgilisi Selçuk yerleşiyordu.

Şampiyonlar Ligi'nde kilit maç olan içerideki Psv maçına cezalı Deivid'in yerine Kazım ile başlayan Fenerbahçe,önce Kazım'ın sert şutunde Marcellis'in ayağına çarpan topla 1-0,hemen bir dakika sonrasında ise Semih ile 2-0 öne geçiyordu. Dört maçta aldığı 8 puan ile tarihinde ilk kez gruplardan çıkmaya çok yaklaşan Fenerbahçe,grubun beşinci maçında San Siro'da İnter ile karşılaşıyor,son derece silik bir oyun sonrasında sahadan 3-0 mağlup ayrılıyordu.Artık Kadıköy'de CSKA'yı yenmekten başka bir yol yoktu...

Maça müthiş başlayan Fenerbahçe çok sayıda gol pozisyonundan faydalanamazken,Edu defansın bir anlık hatasını affetmiyor ve CSKA'yı 1-0 öne geçiriyordu. Acil olarak şoktan çıkması gereken takıma kaptan suni tenefüs yapıyor,harika bir sol dış ile 25 metreden ağları sarsıyordu. Devre bitmeden kariyerinin en iyi sezonunu geçiren Uğur Boral skoru 2-1'e taşıyor,aynı oyuncu 89'da bir tane daha atıp Fenerbahçe'nin artık Şampiyonlar Ligi ikinci turunda olduğunu ilan ediyordu.

Devre arasına gelindiğinde Fenerbahçe ligde 37 puanla aynı puandaki lider Sivasspor'un averajla gerisinde kalıyor,daha önce sakatlıkları kısa süreceği açıklanan Deniz ve Appiah'ın ise sezonu kapattıkları haberi geliyordu. Orta sahanın ortasında Selçuk ve Aurelio dışında alternatifi kalmayan takıma ''Alex'in tavsiyesi'' ile Şili'li Maldonado takviyesi yapılırken,Şampiyonlar Ligi ikinci turunda Sevilla ile eşleşiliyordu.

Bikini tartışmaları arasında çıkılan Sevilla maçlarından önce medyanın genel kanısı takımın Avrupa için bu yılki hedefine ulaştığı ,son iki sezonun Uefa kupası sahibi Sevilla'nın Fenerbahçe'yi rahat geçeceği yönündeydi.

Kadıköy'deki ilk maça maalesef iyileşen Kezman ile başlayan Fenerbahçe,bu oyuncunun kafası ile 17.dakikada öne geçiyor ancak bu dakikadan sonra artan Sevilla baskısında defansın arkasına güzel bir koşu yapan Edu'nun şık vuruşu ile golü kalesinde görüyordu. Devre bu sonuçla biterken Edu Şampiyonlar Ligi'ndeki gol sayısını 2'ye çıkartıyor,CSKA maçında yaptığı 2 asist ile de Alex'i kıskandırmayı başarıyordu.

İkinci yarıya oyuncu değişikliği yapmadan çıkan Fenerbahçe'de Lugano,Edu'yu kıskananın bir tek Alex olmadığı söylüyor ve 57. dakikada vurduğu kafa ile takımını 2-1 öne geçiriyordu. Bu golün 8 dakika sonrasında bu kez Sevilla stoperi Julien Escude skoru 2-2'ye,gol öncesi kaval kemiğini kırmaya yeltendiği Roberto Carlos'u ise Acıbadem Hastanesi ortopedi servisine taşıyordu. 2-2'den sonra Zico 75'te Uğur Boral'ın yerine Kazım'ı ardından da 84'te Kezman'ın yerine Semih'i oyuna alıyordu. Oyuna girdikten 3 dakika sonra ağları sarsannöbetçi,Fenerbahçe'nin Endülüs'te Raks'a 3-2'lik avantajla gideceğini haykırıyordu.

Rövanşa klasik diziliş ve oyuncu tercihi ile çıkan Fenerbahçe'de tek değişiklik,sakat Roberto Carlos'un yerine mekanik problemli Vederson olurken,tribündeki 2500 kadar Fenerbahçe taraftarının sesi yeri göğü inletiyordu.

Sevilla 5.dakikada Dani Alves'in frikiği ile 1-0,bundan 4 dakika sonra ise Seydou Keita'nın Malaga'dan vurduğu ve Jabulani'ye ilham veren fizik kurallarına aykırı şut ile 2-0 öne geçerken,Volkan'ın konsantrasyonu yerlerde sürünüyor,maçın daha ilk 10 dakikası geçilmeden Ahmet Çakar bikini korkusunu yeniyordu.

Ben de dahil olmak üzere maçın farka gittiğini düşünen Fenerbahçe taraftarının imdadına topu iğne deliğinden geçiren sezonun tartışmasız yıldızı Deivid yetişse de,devrenin sonlarına doğru Lugano'nun ıskaladığı topta Frederic Kanoute din kardeşi falan dinlemeyip skoru 3-1'e taşıyordu.

İkinci yarıya çıkarken Fenerbahçeli taraftarlarda,bu seviyede verilen mücadeleden dolayı mutluluk,45 dakikada yenen 3 golden dolayı hüzün,geriye bir başka 45 dakika daha kalmış olmasından dolayı da umut vardı. Zico ilk değişikliği 63'te Selçuk-Semih takasıyla yaparken risk alıyor bunun karşılığını da 79'da arka direkte biten Deivid ile alıyordu. Fenerbahçe bu dakikadan sonra zaman zaman gol pozisyonları verse de maçı önce uzatmalara ardından da penaltılara taşımayı başarıyordu.

Hali hazırda yeterince zor bir sınav olan Fenerbahçeliliğin üstüne bir de seri penaltı atışları eklendiğinde bu iş bir tutkudan ziyade kardiyolojik bir vaka halini alıyordu.

Edu'nun kaçırıp,Vederson,Kezman ve Aurelio'nun gol yaptığı penaltı atışlarında,maçın ilk 10 dakikasında 2 hatalı gol yiyen Volkan,Escude ve Maresca'ya vermediği izni son penaltıda Dani Alves'e de vermeyip milyonlarca Fenerbahçeli'nin kafasını,kolunu,bacağını masa,sandalye,sehpa,kanepe ve hatta avizeye çarpmasına sebep olurken,vücutlarda oluşan darbeye dayalı ödemlerin tedavisi beyninden vücuda salınan serotonin,melatonin ve endorfin hormonları ile gerçekleştiriliyordu. Dünya üzerindeki milyonlarca Fenerbahçeli kendinden geçerken;

Zil,şal ve gül.Bu bahçede raksın bütün hızı...
Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı...

dizelerinin sahibi Yahya Kemal yanlış biliyordu.O akşam her yer sarı lacivertti...

Ligdeki konumunu 27.haftada aldığı 3-0'lık Kasımpaşa galibiyeti ile liderliğe yükselten Fenerbahçe'nin bu kez Londra yolculuğu yapacağı Cenevre'de belli olurken,bir hafta sonra çıkılan İnönü'deki Beşiktaş maçında Alex şov yapıyordu.Maçı 2-1 kazanan Fenerbahçe ikinci Galatasaray'ın 2 puan önünde koltuğunu koruyordu.

Zengin semtin,zengin takımı Chelsea cephesinde ise Fenerbahçe adına sevindirici gelişmeler devam ediyordu. Sezon ortasında gönderilen Jose Mourinho'nun yerine Avram Grant getirilmesi yetmezmiş gibi bir de kaleci Petr Cech sakatlanmıştı.

Kadıköy'deki ilk maça cezalı Gökhan Gönül hariç tam kadro çıkan Fenerbahçe,maçın ilk yarısı boyunca bu seviyede maç oynama tecrübesi kendisinden çok daha fazla olan rakibi karşısında çok silik gözükürken,daha henüz 13.dakikada bu sezonki laneti olan kendi kalesine gol atma ritüeli trajik bir biçimde devam ediyor,bu sefer de Deivid ile kendi ağlarını sarsıyordu.Bu golle beraber Samsunsporlu Ercan'ın bir sezonda kendi kalesine attığı toplam gol sayısını egale edenFenerbahçeli futbolcular,taraftarın boynunun bükülmesine istemeden de olsa sebep oluyorlardı.

Chelsea'nin ilk yarı boyunca topa ve dolayısı ile oyuna olan hakimiyeti,devre arası taraftar sohbetlerinde rakibin bize biraz büyük geldiği,buraya kadar gelmenin bile büyük bir başarı olduğu,yenilsek bile üzüntü duyulmayacağı yönündeyken,soyunma odasındaki stajyerin buna itirazı vardı.

İkinci yarıya oyuncu değişikliği yapmadan çıkan Fenerbahçe'de Zico,Dani Alves'e yaptıklarını Essien'e yapamayan Uğur Boral'ı 54'te oyundan alıyor yerine Kazım'ı sokuyordu. Bu değişiklikten sonra Deivid sola,Kazım sağa geçerken,Zico'nun bu denemesi 64'te Aurelio'nun harika pasına güzel vuran Kazım'la ilk meyvesini veriyor,Fenerbahçe skoru 1-1'e taşıyordu.

1-1'den sonra oyun her iki takımın da vites küçültmesi ile rölantide devam ederken,80.dakikada Maldonado hayatında ilk kez öne doğru bir pas verdi. Bu tarihi anı daha da ölümsüzleştirmek isteyen Deivid,kendi kalesine attığı golü beğenmemiş olacak ki inanılmaz bir şutla skoru 2-1'e getiriyordu.Artık bomba Chelsea'nin kucağındaydı...

Rövanşa çıkarken ilk maçın ilk yarısındaki ''olsun lan'' ruh hali yerini hem galibiyetle gelen özgüvene,hem de baskıyı rakibin daha çok hissetmesinden dolayı biraz da olsa rahatlamaya bırakırken,Zico ilk maçı bitirdiği onbiri sadece cezası biten Gökhan Gönül değişikliği ile sahaya sürüyordu.

İki ayaklı maçların deplasman ayağında ilk 15-20 dakika gol yememek her zaman öndemlidir.Hele ki bu bir İngiltere deplasmanı ise daha da önemlidir. Haçlı Seferleri'nden beri duran topları etkili kullanan İngiliz takımlarına karşı tehlikeli bölgede faul yapılmaması gerektiğini o yıl 79 yaşında olan babaannem bile bilirken,imalat aşamasına mekanik olarak hatalı üretilen Vederson daha henüz 4. dakikada arkası dönük ve taca çıkmak üzere olan Essien'i indiriyordu. Lampard'ın ortasına iyi yükselen ilk maçın Chelsea adına en iyi ismi Ballack da bizim için en kötü senaryoyu yayın akışına dahil ediyordu. Golün şokunu bir süre atlatamayan Fenerbahçe karşısında Chelsea akın akın gelmeye devam ediyor,sağdan Joe Cole,soldan Kalou ile sürekli pozisyon yaratıyordu.Bu arada Chelsea'nin yedek kalecisi Cudicini sakatlanırken yerine takımın üçüncü kalecisi Hilario giriyordu.En azından bu iyi bir şeydi...

İkinci yarı başlarken ben de dahil bir çok Fenerbahçeli,takımın bundan sonrasında şuursuzca saldırıp,defansın arkasında boşluklar bırakacağını düşünürken stajyerin takımı sakin kalmayı başarıyor,zaman zaman pozisyonlar verse de skor olarak oyuna tutunmayı başarıyordu. 60'ta Maldonado-Kezman,75'te Uğur Boral-Semih değişiklikleri yapan Zico takımı biraz daha öne çıkarmaya çalışıyordu. Rakibin yakaladığı pozisyonlar harika oynayan Volkan'ın ellerinde erirken,86'da Gökhan'ın yarım volesi ,30 saniye sonrasında ise Kazım'ın şutu Hilario tarafından inanılmaz bir şekilde çıkarılıyor,bu topun dönüşünde ise Essien'in Hyde Park'ta yürüyüş yapar gibi Vederson'u geçip yaptığı ortaya Lampard ayak koyuyor ve skoru 2-0'a taşıyordu. Bu gol taraftarın üzüntüsünü katlarken o sırada farkedemediğimiz bir şeyler yaşanıyordu.Fenerbahçe,Şampiyonlar Ligi Çeyrek final ikinci maçında Stamford Bridge'de Chelsea'ye karşı 88.dakikada 2-0 mağluptu ve bizim hala tur umudumuz vardı.Belki biz bunun farkında değildik ama kendini yerden yere atan Drogba'nın tek istediği maçın çabuk bitmesiydi.İşte orada yatıyordu,hiç bir darbe almamasına rağmen kendini yere atmış ve bunu hakeme yedirmişti.Üstelik zaman geçirmeye çalışıyor,yerden kalkmıyordu.

Sonuç olarak,en azından tabelaya göre Fenerbahçe Chelsea'ye 2-1 ve 0-2'lik skorlarla elenmişti ve bundan daha doğal bir şey olamazdı. Belki çok fazla üzülmemeliydik bu onurlu mağlubiyet karşısında ama o gece yastığa kafasına koyan her Fenerbahçeli'de hüzün,yaşanan gurura ağır basıyordu.
Çok yakındı be...

Avrupa'ya veda edilirken Türkiye Kupası'nda da Galatasaray'a 0-0'ın -inanılmaz ama Galatasaray Kadıköy'de yenilmedi- rövanşında 2-1'lik skorla elenilirken hakem Cüneyt Çakır tartışmalı kararlara imza atıyor,maçın sonunda Volkan Lincoln'ü Cevahir AVM'ye kadar kovalıyordu.

Elde kalan son kale olan ligde ise işler,30.haftadaki Ankaraspor maçına kadar yolunda gidiyordu. İkinci Galatasaray'ın 2 puan önünde çıkılan bu deplasmanda takım 2-1 öndeyken 87.dakikada bir penaltı kazanılmış,herkes topun başına Alex'i beklerken oyuna 81'de dahil olan Kezman atışı kullanmak üzere geriliyordu. 2 yıl boyunca afra,tafrasından geçilmeyen Sırp oyuncu sevenlerinişaşırtmıyor ve topu tribünlerin üzerinden geçirirerek Çankaya köşküne kadar ulaştırıyordu. Uzatma dakikalarında ise daha kötü bir şey oluyordu. Oluşan karambolde topa ayağını uzatan Mehmet Yılmaz skoru 2-2'ye getirirken Fenerbahçe'yi sezon başından beri ilk kez kazanmak zorunda olduğu bir maçla başbaşa bırakıyordu. Federasyonun o yıl aldığı karar doğrultusunda ikili averaj kuralı geçerliliğini yitirdiğinden dolayı genel averaja bakılıyor,bu da kafa burun giden averaj hesabına bakmadan galibiyeti her iki takım açısından da zorunlu kılıyordu.

Maç sonunda eleştiriler penaltı pozisyonu üzerinde yoğunlaşırken,kimileri Zico'nun disiplinsizliğinden dem vuruyor,kimileri topu uzay boşluğuna vuran Kezman'a kızıyor,kimileri ise buna izin veren takımın kaptanı Alex'i eleştiriyordu. Ve aslına bakılırsa maalesef herkes haklıydı...

2 hafta sonra Sami Yen'e rakibi ile aynı puan ve +1 averaj ile çıkan Fenerbahçe sanki şampiyonluk düğümünü çözecek maçta değil de bir hazırlık maçındaymış gibi oynuyordu. İnter'i,Sevilla'yı,Chelsea'yi dize getiren takımın bu olduğuna inanmak için en az 2 şahit gerekiyordu. Edu-Volkan ikilisinin 37.dakikada hazırladığı pozisyonda Nonda'ya sadece dokunmak kalırken geriye kalan 50 dakikada Fenerbahçe tek bir pozisyona dahi giremiyordu. Bir takımın ne şart altında olursa olsun böylesine önemli bir maçta bu derece vurdum duymaz bir tavra bürünmesi anlaşılır bir şey değildi. Ligin geriye kalan bölümü 5-3'lük Galatasaray-Sivasspor maçı sayılmazsa formalite havasında geçiyor ve skor 17-17'ye geliyordu.

Fenerbahçe şampiyonluk delisi bir camiadır.Diğer rakiplerinde bulunan şampiyonluk isteğinin çok dışındadır onun bu talebi.Ne Avrupa başarısı ne de Kupa vs. gibi yan etkenler kesmez Fenerbahçe'yi.O şampiyonluğa tam anlamıyla bağımlıdır.O olmadan nefes alamaz,kalbi atmaz. Onu göremeyecekse kör olsundur.Başkan bile o sezon takımın yürüye yürüye şampiyon olması gerektiğini söylemiştir.

Bir de Fenerbahçe hiç bir şeyden ders almaz. Hatalarından ders çıkarıp bunları düzeltme yoluna gitmez. Hastanın acısının dinmesi için morfine ihtiyaç vardır ancak onu öldürüp acısını dindirmek daha kolaydır Fenerbahçe için. Denizli'de kaybedilenin bir şampiyonluktan çok daha fazlası olduğu sonradan ortaya çıksa da ,Zico kumarının tutmasını Zico'dan ziyade kendilerine bağlayanlar bir kez daha şampiyon olamayan hoca ile yollarını ayırmayı tercih ediyorlardı. Kısaca onu getirmekle yaptıkları hatayı göndermekle tekrarlıyorlardı.

Zico'yu göndermek için yardımcısı olan kardeşini istememelerinden tutun,tercümanın idmanda şut atmasına,Maldonado transferi ve kadrodaki yerinden tutun,Ankaraspor maçında kaçan penaltıya kadar onlarca bahane bulur takımı yönetenler. Yeni sezon hazırlıkları başlarken artık bu güzel adam burada değildir ve yönetime göre artık herşey onların ellerinde daha güzel şekillenecektir.

O yaz 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası vardır ve katılan 16 takımdaki istisnasız her futbolcu ve hoca Fenerbahçe'ye gelmek için sıraya girmişlerdir...

Devam edecek...

4 Eylül 2010 Cumartesi

Geçmiş-Bugün-Gelecek 5





Bu dramatik sonun ardından yapılması gereken takımı kaos ortamından çıkarıp sakin sularda yüzdürmek,3 senelik emeğin,çabanın çöpe atılmasını önlemek adına dik bir duruş sergilemekken, Fenerbahçe adeti olduğu üzere şampiyon olamayan hocası ile bir kez daha yollarını ayırıyordu.Sözleşmesi biten Nobre ile yeniden anlaşılmıyor,Shevchenko felaketini yaşayan Servet Çetin Sivasspor'un yolunu tutuyor,daha önceden anlaşılan Uğur Boral ve Diego Lugano ise daha hocası bile belli olmayan takıma katılıyordu.

Sabrını,umudunu,takıma karşı olan hoşgörüsünü 14 mayısta kaybetmiş olan taraftara medya tarafından da büyük isimler ile sürekli kan pompalanıyordu.Bu dönemde Fenerbahçe hocalığı için adı geçen Capello,Lippi,Scolari,Löw gibi isimler heyecan yaratırken beklenti artıyor,yönetim tarafından icat edildiğini düşündüğüm ''En iyisini alacağız'' kelime öbeği de ilk kez bu tarihlerde ortaya çıkıyordu.

100.yılını kutlama arifesindeki kulüp ise birden bire Zico ile anlaşıldığını açıklıyor,büyük isimlerin yarattığı hava kaybolurken,travmayı hala atlatamamış taraftarlar arasında bir infial hali baş gösteriyordu.Bir kısım taraftar Zico ismini yetersiz bulurken,diğer bir kısım ise transfersizlikten yakınıyordu.Tam bu sırada gelen 4 oyuncunun transfer edildiği haberi gündemi sarsarken Tümer Metin Fenerbahçeli oluyordu.Tümer'in transferi gölgesinde açıklanan diğer isimler ise Atletico Madrid'den Mateja Kezman,Sporting Lizbon'dan Deivid de Souza ve güzel adam Luciano'nun sakatlığının uzun süreceği belli olup sözleşmesi feshedilince anlaşılan Cruzeirolu Edu Dracena oluyordu.

Şampiyonlar Ligi önelemesine yetişmeyen bu transferler -Lugano da Sao Paolo ile Kıtalararası Kupa'da oynaması nedeni ile takıma geç katılacaktı- ışığında Fenerbahçe,Kiev deplasmanına Önder-Can tandemi ve aklı artık burada olmayan Anelka ile çıkıyor 3-1 biten maçın rövanşı ise Kadıköy'de 2-2 bitiyordu.Alınan bu sonuçlarla veda edilen Şampiyonlar Ligi sonrasında Anelka Bolton'un yolunu tutuyor zaten galeyan halinde olan taraftar iyiden iyi çileden çıkıyor,ligi 6. bitirdiği sezonlarda bile tepki göstermediği yönetimi protesto ediyordu.

Tam da bu sırada daha sonraları duymaya çok alışacağımız bir açıklama geliyordu Fenerbahçe yönetiminden; ''Hedefimiz Uefa Kupası''...

Balık hafızalı,üst üste alınan 2 galibiyet ile havalara giren -ki kendim de buna dahilim- Fenerbahçe taraftarı yine bir ümit ile başladı lige.Daum ile 3 senede alışık olduğu düzeni bir kenara bırakıp yeni bir düzen ile oynamaya başlayan Fenerbahçe ilk 2 ay boyuncu bunun sıkıntısını çokça yaşıyor ve özellikle deplasmanlardan eli boş dönüyor,en kötüsü ise ileriye yönelik en ufak bir umut ışığı bile taşımıyordu.

İsmi ilk açıklandığında Fenerbahçe taraftarı arasında tepki görmesinin tek nedeni,daha önceki kariyerinde hiç bir başarısı olmaması,Zico'nun Fenerbahçe için yeterli olmadığı düşüncesiyken o günlerde hiç kimsenin farkına varmadığı,diziliş ve sistem değişiminden kaynaklı geçiş süreci sancıları en ağır şekilde hissediliyor,başka bir ekol ve futbol anlayışından gelen bir hoca ile çalışmanın sıkıntıları en çok da bu dönemde ortaya çıkıyordu.

Daum döneminde 2 farklı diziliş ancak aynı sistem ve taktik anlayış ile sahada yer alıyordu Fenerbahçe.Bunlardan biricisinde 4 defansın önüne yerleştirilen 1 defansif,1 görece çift yönlü orta saha oyunucusu takımın savunma yükünü çekerken,ön tarafta 2 kanat- Anelka,Tuncay- oyuncusunun ortasına Alex yerleştiriliyor,en öndeki Nobre ile de hücum hattı tamamlanıyordu.Zaman zaman ise 3 merkez orta saha oyuncusunun -Aurelio,Appiah,Selçuk- önüne Alex,onun soluna ise Tuncay yerleştiriliyor,ileride ise Anelka tek bırakılıp asimetrik bir diziliş ile saha yer alınıyordu.Sakat,cezalı veya taktik gereği yapılan değişiklikler sayılmazsa genel şablonu bu şekilde işliyordu Fenerbahçe'nin.3 yıl boyunca genel olarak bu şekilde sahada yer alan Fenerbahçe,ligde çıktığı her maçta mutlak dominasyon sağlarken,bireysel yetenek ve girişimlerin dışında takım halinde hücum anlamında da çok farklı bir görüntü çiziyordu.

3 yıllık periyod boyunca atılan gol sayısı -82,77,90- gözönünde bulundurulduğunda daha net ortaya çıkacak bir tabloda Fenerbahçe,yüksek tempolu,dikine ve seri pas organizyasyonu ile rakip kaleyi abluka altına alan,geriden sürpriz çıkışlar yapan oyuncuları sayesinde de rakip defansların dengesini bozan bir yapı içinde oynuyordu.Kondisyonu sezonun her bölümünde çok yüksek bir Fenerbahçe izlediğimiz bu 3 sene boyunca takım,bir çok maçı da son dakikalarda çeviriyordu.

Zico ise önce dizilişi değiştirip baklavalı 4-1-2-1-2 ile başladı Fenerbahçe serüvenine.Defansif orta saha olarak Aurelio'yu değerlendiriyor,ortasahanın ortasını Appiah-Tümer ikilisinden kuruyor,forvetin hemen arkasında Alex'i oynatırken en önde ise Kezman-Deivid ikilisine şans vererek kendi sistemini yaratma çabası içine giriyordu.O dönem yaptığı açıklamalar ile Dünya futbolunun gidiş yönünün tam tersine hareket etmeyi planladığı anlaşılan,hızlı futbol oynamayı düşünmediğini,hızlı oynandığı takdirde takım çok fazla top kaybı yapacağını yapacağını söyleyen Zico,bu doğrultuda takımı öne taşıyan ve itici güç olup hızlı oynamaya çalışan yegane unsur Tuncay'ı yedek bırakıyor,top tekniği ve isabetli pas oranı daha yüksek olan Tümer'e görev veriyordu.

Takımın onbirindeki 5 yeni futbolcunun uyum süresine diğer 5 saha içi oyuncunun bu yeni diziliş ve sisteme adaptasyon süresi de eklenince takım kabus gibi bir 2 ay geçirdi.Pas organizasyonundaki sektelere kanat oyuncusu olmadan sahaya çıkılması ekleniyor,ön tarafta top tutulamasından kaynaklı olarak rakibin top hakimiyeti artıyor,henüz uyum aşamasında olan defansın arkasında derin boşluklar oluşuyordu.

Zico'nun daha sonraki dönemlerde defalarca ispat edeceği komplekssiz,egolarından arınmış,ben yaptım oldu zihtiyetinden uzak yapısı sayesinde yöneldiği,Newcastle maçı ile başlayan doğruyu bulma serüveni,ilerleyen haftalarda ilk meyvelerini verecek,takımın alışık olduğu düzen olmasının yanında, kadro yapısı itibarı ile de oynayabileceği tek sistme dönülmesi ile sonlanacak ve sezon sonuna kadar inişli-çıkışlı grafiğini devam ettirmesine rağmen son yılların en düşük puanlı şampiyonluğuna -70- ulaştıracaktı.

Şampiyonluğu son haftada kaçırdığı bir sezon öncesine göre 11 puan daha az toplayıp,25 gol daha az atan Fenerbahçe buna rağmen bu yıl ironik bir biçimde şampiyonluğa ulaşıyordu.Eleştiri okları yıllardır her Fenerbahçe teknik direktörüne olduğu gibi bu kez de Zico'nun üzerine yöneltilirken güdülen argüman,rakiplerin kötü bir sezon geçirmesi sayesinde şampiyon olunduğuyken,2.Beşiktaş'ın attığı gol sayısının sadece 43 -yazıyla kırküç- olması ilk bakışta bunu doğrular nitelikteydi.Ancak hiç kimsenin o günlerde farkına varamadığı ve geçen sezon Bursaspor'un şampiyonluğu ile tavan yapan Anadolu takımlarındaki yükseliş daha o sezon ilk kıpırtılarını gösteriyordu.Eskiden 11 kişi ile kendi ceza sahası önünde set kuran takımlar değişim geçiriyor,daha önde basıp topun hakimiyetini ele geçiriyor,hızlı hücumlar ile büyükler karşısında ayakta kalıyordu.Doğru yapılan yabancı trasnferlerine İstanbul'da tutunamayan tecrübeli oyuncular ekleniyor,bir zamanlar puan almanın hayal olduğu Kadıköy,İnönü,Sami Yen puanların saçıldığı yerlere dönüşüyordu.

Şampiyonlar Ligi önelemesinde Dinamo Kiev'e elenerek yoluna Uefa kupasında devam eden Fenerbahçe,Palermo,Newcastle United,Eintracht Frankfurt ve Celta Vigo'dan oluşan grubunu 3.sırada tamamlayıp Avrupa kupaları tarihinde ikinci kez Şubat ayını görüyordu.3.tur karşılaşmalarında çok değerli medyamızın bir başka köy takımı olarak nitelendirdiği Az Alkmaar'a 3-3 ve 2-2'lik skorlarla yenilmeden elenen Fenerbahçe'de,Zico'nun zaman zaman diziliş,zaman zaman ise taktiksel hataları göze çarpıyor,geçen sene kondisyonu bu ligin çok üstünde olan takımın 70'ten sonra oyundan düşmesi takımın kötü çalışıtırılmasına bağlanıyordu.

Şampiyon olunmasına rağmen sıkıntılı ve hiç kimsenin memnun olmadığı bir sezon geçiren Fenerbahçe'de sezon başı yapılan transferlerden Edu-Lugano ikilisi güven vermemiş,gol makinesi diye alınan Mateja Kezman çamaşır makinesi çıkmış,Deivid'in nasıl profesyonel olup da bu işten para kazandığı anlaşılamamıştı.Zico'nun stajyer olduğu iddia edilirken,yolların sezon sonunda ayrılması gerektiği yine çok değerli medyamız da sık sık yer buluyordu.Bütün bu sıkıntılara rağmen şampiyonluk,çoğu kimseye göre başta Tuncay ve Tümer gibi oyuna,yenilgiye isyan eden oyuncular sayesinde gelirken,Fenerbahçe taraftarı bu isyankar ruh ve anlayışı göremediği Alex'i -büyük bir vefasızlık örneği göstererek-ilk kez yuhalıyordu...


Devam edecek...

Geçmiş-Bugün-Gelecek 4




2005-2006 sezonuna taraftarının -en çok da benim- içini parçalayan bir ayrılık ile başlıyordu Fenerbahçe.Daum ve daha sonra öğreneceğimiz üzere yönetim ile problemler yaşayan St.Pierre Feyenoord'un yolunu tutarken,en az onun kadar sevilecek Stephen Appiah 8 milyon Euro bedelle Juventus'tan,Serdar Kulbilge bedelsiz olarak Bursaspor'dan transfer ediliyordu.Yoluna her yıl üstüne koyarak devam eden Fenerbahçe Appiah transferi ile orta sahasını güçlendirmiş ligin açık ara en büyük favorisi ilan edilmişti.

2 yıldır ligde yaşanan dominasyon ile birlikte genel kanı,takımın Şampiyonlar Liginde artık bir üst tura çıkması gerektiği yönündeydi.Milan,Psv ve Schalke'den oluşan grubun ilk maçında San Siro'da alınan 3-1'lik -Kaka sağolsun- mağlubiyete rağmen ortaya koyulan oyun ve ardından Kadıköy'de alınan 3-0'lık Psv galibiyeti ile bunun yolunu açan takım,grubun 3,maçında Schalke ile kendi sahasında oynadığı maçta,galibiyeti Volkan'ın ıskası sonucu ellerinin arasından kaçırıyor,üstüne üstlük bu maçta kırmızı kart gören Alex'ten yoksun olarak AufSchalke Arena'ya 4 puan ile çıkıyordu.İleride sadece Anelka'nın eline bakan takım,Aurelio ve Luciano'nun da kırmızı kart görmesi ile iyice silik bir görüntü veriyor ve sahadan 2-0'lık mağlubiyet ile ayrılıyordu.Milan'ın da aynı hafta Psv'ye kaybetmesi ve Kadıköy'e mutlak galibiyet ile çıkacak olmasının yanına takımdaki cezalılar da eklenmiş,bir dönem Fenerbahçe'den yana olan ibre rakipleri işaret eder olmuştu.Bu negatif parametreler ışığında Milan maçına çıkan Fenerbahçe'de Christoph Daum,sadece takımın değil kendisinin de düşüş içinde olduğunun ilk sinyallerini de bu maça çıkarttığı onbir ve taktik anlayış ile vermiş,Serkan-Önder-Servet-Deniz defansının arkasına sarkıttığı libero Ümit 5'lisi ile 3 yılda kurduğu düzene ihanet ediyor,Shevchenko sağından soluna 15 günde dönen bu defansın üstünden silindir gibi geçiyordu.Rakip bir İtalyan olmasaydı çift hanelere bile ulaşabilecek düzeyde pozisyonun yaşandığı bu maçın ardından, taraftar içinde ilk kez yüksek sesle Christoph Daum antipatisi dile getiriliyordu.Son maça elinde kalan tek Avrupa Kupası ümidi olan Uefa hedefi ile çıkan Fenerbahçe,Phillips Arena'da Psv'ye 2-0 kaybedip bir kez daha Şubat'ı göremiyordu.

Ligde ise 8.haftaya lider Galatasaray'ın 2 puan gerisinde 17 puanla giren Fenerbahçe'de işler,son 2 sezondur olduğu gibi yolunda gidiyordu.8 haftadaki skandal Konyaspor maçının ardından bugün takımın başında bulunan Aykut Kocaman bile -haklı olarak- hakemi ve dolaylı olarak Fenerbahçe'yi ağır bir dille eleştiriyor,kamuoyundaki Fenerbahçe antipatisi düşmanlıkseviyesine ulaşıyor,ligin diğer 3 büyük takımı ertesi gün ortak bir pankartla -El değmemiş temiz bir lig istiyoruz- maçlarına çıkıyordu.

Bu dönemin ardından İzmir'de oynanan ve 3-2'lik Beşiktaş galibiyeti ile sonuçlanan kupa finali öncesi,ülkenin diğer 2 büyüğü yanlarına Türk futbol tarihinin en kirli adamını da alarak,Fenerbahçe lehine yapılan hakem hataları sonucu elde ettikleri güçle alenen,gizleme gereği bile hissetmeden lig-kupa paylaşımı yapıyorlardı.

Ligin 30.haftasına gelindiğinde Fenerbahçe 71 puan ve averajla 2.sıradaki Galatasaray'ın önünde Manisaspor deplasmanına çıkıyor,maç öncesi ve sonrasına yaşanan tribün arbedeleri ile hatırlanan bu maçı 5-3 kaybederek liderliğe veda ediyordu.

Artık herşey 31. haftada Kadıköy'de oynanacak Galatasaray maçına endekslenmiş,bütün Türkiye bir hafta boyunca bu maçı konuşmuştu.Maçtan önceki hafta Fenerbahçe yönetimi,teknik ve idari kadrosu ile -kendinden beklenmeyecek düzeyde-mükemmel bir kriz yönetimi göstermiş,takımı baskıdan uzak tutmuştu.Taraftarın da bütün hafta gösterdiği inanılmaz kararlılık ve inanç ile desteklenen bu hava,futbolcular üzerinde de etkisini göstermiş,son yılların en konsantre,en istekli takımını sahaya çıkarmıştı.Maçın hemen başında Appiah ile öne geçen Fenerbahçe,20.dakikada güzel adam Luciano ile 2'ye çıkardığı farkı 70'te Alex ile 3'e,78'de ise Anelka ile 4'e taşıyordu.Maç sonunda tabelada yazan 4-0'lık net skor bile 3 topu direkten dönen,sayısız gol fırsatını değerlendiremeyen takımın oyununu anlatmaya yetmiyor,1 haftalığına emanete bırakılan liderlik geri alınıyordu.

32.haftada deplasmanda alınan 3-2'lik Trabzonspor galibiyeti ile medya tarafından Şamp.... ilan edilen Fenerbahçe 33.haftada Kadıköy'deki seyircisiz maçta Erciyes'i 4-2 yenerken şehrin diğer yakasında,İzmir'de 1.perdesi oynan oyunun 2.perdesi sahneleniyordu.

Galatasaray hiç bir iddiası olmayan Beşiktaş'a İnönü stadında konuk oluyor,Oscar Cordoba maçın henüz başında ceza sahasının dışındaki toplara bile çıkarak niyetini çok erken belli ediyordu.Devre sonunda auta çıkmak üzere olan İlic'i indirip gereksiz bir penaltıya sebep olan Kolombiyalı kaleci nihayi amacına bu sefer de Necati'nin penaltıyı auta atması sonucu ulaşamıyor umutlarını 2.yarıya saklıyordu.

İzmir'de oynanan kupa finali sonrası Fenerbahçe ile anlaştığından haberimiz olmayan Tümer'in 52.dakika da attığı gol sonrası puan durumu Fenerbahçe'yi şampiyon olarak gösterirken Gerets 61'de Hasan Kabze'yi,Tigana ise öne çıkan Galasaray karşısında bir gol daha bulmak umudu ile 64'te Sergen'i oyuna alıyordu.Sergen daha topu ayağına almadan Hasan Kabze ile durumu 1-1 'e getiren Galatasaray galibiyet için yüklenirken defansında büyük boşluklar bırakıyordu.Bugün bana göre ülkenin en saygın yayın kuruluşu olan Ntv tarafından nasıl maaş verildiğini anlayamadığım,''Sıkıntı Var'' sözcüğünü dilimize,muhteşem! tespit ve yorumlarını futbol bilgimize dahil eden Sergen Yalçın oyuna girdikten sonra birden bire Beşiktaş'a kimlik değiştirtiyordu.Öne doğru oynamaya çalışan Bobo,Gökhan Güleç gibi genç oyuncuları uyaran,Tümer ile tartışan Sergen Yalçın,her pozisyonda toppu Galatasaraylı arkadaşlarına teslim ediyor,zaman geçirme çabası içindeki diğer bir kaç oyuncuyu ise fırçalıyordu.Bu hal ve tavrındaki şeref yoksunluğunu,çok değerli,etik,ahlak,fair play ruhu ile yıkanmış medya tarafından bir kez olsun konuşulmayan 5'e 2 pozisyonda geri dönerek tescilliyordu.1-1'lik skorun Fenerbahçe'ye son maçta beraberliğin yeteceği anlamına gelmesini farkeden Cordoba,maçın uzatma saniyelerinde şampiyonluğa koşan Beşiktaş'ın! bir gol daha bulması için topu oyuna çok hızlı sokuyor ve ne hikmetse ayağını çok iyi kullanan bir kaleci olmasına rağmen orta saha çizgisinin hemen önündeki Sabri'ye güzel bir pas gönderiyordu.Sabri'nin pasında ağları bir kez daha havalandıran Hasan Kabze Galatasaray'ı hayata döndürken,Fenerbahçe'yi ise son hafta hafta deplasmanda oynayacağı düşme potasındaki Denizlispor maçında mutlak galibiyet stresi ile başbaşa bırakıyordu.

Hafta içi Denizlispor başkanı Ali İpek'in ''Düşersek her şeyi açıklayacağım'' demeci ile birbirine giren,maç günü kimlik kontrolü yapılmadan şehre kimsenin alınmayacağı haberi ile iyice gerilen bir ortamda çıkılan maç öncesi taraftar,sezon başından beri 80 puanı 89 gol atarak elde eden takımın şampiyonluğundan emindi.Ancak 4-0'lık Galatasaray maçı öncesi çok iyi sağlanan kriz yönetimi,bu maç öncesinde aynı doğrultuda ilerlememiş olacak ki takım sahaya çıktığında o ruh,inanç ve konsantrasyon hiç bir futbolcuda gözlemlenemiyordu.

16 dakika duran bir maçın tamamlanması,Kolombiya,Peru,Meksika gibi Latin Amerika liglerinde görülebilecek bir durumken,bunun Türkiye'de de yaşanabileceğini bizlere gösteriliyor,Fenerbahçe'li futbolcular işin ciddiyetinin ancak uzatma dakikalarında farkına varabiliyor,Daum ise Anelka'yı yedek oturtup sakat Nobre ile başlıyordu.Şartlar ne olursa olsun kazanma zorunluluğu olan Fenerbahçe normal süre zarfında tek bir pozisyona dahi giremiyor,takımdaki konsantrasyon,hırs,inanç eksikliği,dakikalar geçtikçe panikle birlikte gelen kaosla birleşiyor ve sonuç olarak lig tarihinde ilk kez bir takım son maçta şampiyonluğu aynı saatlerde Kayserispor'u 3-0 ile geçen Galatasaray'a kaptırıyordu.

17'ye karşı 1 ile verdiği savaşı son muharebede travmatik şekilde kaybedip,taraftarlarını bitkisel hayata sokan Fenerbahçe'de,maç sonu sahanın ortasına yığılıp kalan oyuncular fotoğrafçılara bir daha bulamayacakları! nimetler sunuyordu.Sahanın ortasında hüngür hüngür ağlayan Appiah'ı teselli etmeye çalışan kulüp çalışanlarından birinin kurduğu ''Kalk Api kalk,Allah'ın dediği olur'' cümlesi akıllara kazınırken,medya da günlerce ilahi adalet yakıştırmaları yapılacak,ligde kalan Denizlispor'un başkanı Ali İpek,''o'' açıklamaları yapmayacak,Fenerbahçe 3 yıldır uzağında kaldığı kaos ortamına sürüklenecekti.

Kazanmak için elini uzatmasının yeterli olduğu bir ortamda,yönetim,teknik kadro,futbolcu hataları ve kutsal ittifak dörtgeninde yitirdiği şampiyonluk,Fenerbahçe adına sadece kupa ve prestij kaybına değil,3 yıl boyunca atılan doğru adımların,her sene üstüne konarak kurulan sistem ve taktik anlayışın,doğru yapılanma sayesinde rakipler ile her anlamda açılan farkın da son bulmasına sebep olacaktı.Bu bağlamda incelendiğinde bu sonuç,aynı zamanda açılmak üzere olan bir devrin,sağlanan lokal dominasyonun son bulması,ne takım,ne yönetim, ne de taraftar adına hiç bir şeyin eskisi gibi olmaması demekti...

Devam edecek

3 Eylül 2010 Cuma

Geçmiş-Bugün-Gelecek 3


Bir sonraki sezona Petkov,Yusuf Şimşek ve Ali Güneş'ten kurtulup,hatalı bir kararla Tomas'ın sözleşmesini feshederek başlayan Fenerbahçe'de transfer,hiç bir zaman olmadığı gibi o sezon da bitmezdi.Gençlerbirliği'nin önceki yıl Uefa kupasında elde ettiği başarıda büyük pay sahibi olan Serkan Balcı ve Deniz Barış,Diyarbakırspor'dan Murat Hacıoğlu,Corinthians'tan Fabiano Lima transfer ediliyor,Rüştü Reçber ise İspanyol yetkililerin akıllı bir hamle yapıp vizesini uzatmamalarından dolayı geri dönüyor,o yılki Copa America'da Brezilya milli takımının kaptanlığını yapan Alex De Souza,Fatih Altaylı'nın ''Kandırmayın Fenerbahçeli'leri Alex malex gelmez'' başlıklı yazısını okumamış olacak ki büyük bir sükse ile Kadıköy topraklarına ayak basıyordu.

Lige ilk 10 maçta 9 galibiyet 1 beraberlik gibi çok iyi bir başlangıç yapan Fenerbahçe,Şampiyonlar Ligi'nde Man Utd,Lyon,Sparta Prag'lı gruba düşüyor,Kadıköy'de 2 -Manu ve S.Prag-,deplasmanda ise aldığı 1 -Sparta'da Sparta!- galibiyet ile grupta 9 puan toplayıp 3.olurken ve yoluna Uefa'da devam etme hakkını kazanıyor,''Düşler Tiyatrosu''ndan 3'ü dünkü çocuk Rooney'den olmak üzere kalesinde toplam 6 gol görerek dönen Fenerbahçe Avrupa Kupalarında takım savunması adına,maç 4-2 iken Manu tribünlerine ''sus'' işareti yapan Tuncay da zeka adına hiç de iyi sinyaller vermiyordu.

Devre arasına 2.Galatasaray'ın 4 Puan önünde ve 42 gol atıp sadece 9 gol yiyerek giren Fenerbahçe,ligi sürklase etmesi yetmezmiş gibi üstüne üstlük bir de bu ülkenin gördüğü en yetenekli topçu Nicolas Anelka'yı transfer edip,Fabiano Lima ile yollarını ayırırken,Uefa kupasında ise Real Zaragoza kurasını çekiyordu.Her şeyin en iyisini bilip,her şeyin en iyisine layık olan medyamız tarafından lokum olarak nitelendirilen bu takım,o dönem kadrosunda Gabriel Milito,Luciano Galletti,Cani,Savio ve gelecekte ismini çok daha fazla duyuracak olan David Villa gibi oyuncuları kadrosunda barındırıyor,bütün bu bireysel yeteneklerin yanında dengeli bir takım olma özelliğini de taşyordu.İlk maçta cezalı olan Aurelio'nun yerine oynayan Selçuk'un ilk yuhalandığı gün işte tamda o günlere rastlıyor ve çok değil 1 sene önce değişmeye genç oyunculardan kurulu bu takıma sabır göstermeye başlayan tribünler,elde edilen daha ilk başarının ardından yine eski günlerine dönüyordu.0-1 ve 1-2'lik skorlarla her iki maçta da yenilerek elenen Fenerbahçe evine dönerken medya da kıyametler kopuyor,tüm televizyon kanallarında almayanın kafasına atılan Uefa kupasının nasıl alınamadığını sorguluyordu! Takımının Avrupa Kupaları tarihinde ilk kez şubat ayını gördüğünü farkedemeyen Fenerbahçe taraftarı ise ya sayı saymayı bilmiyordu ya da hiç dayak yememişti ...

Avrupa kupasına veda edilmesinin ardından kaynamaya -kaynatılmaya- başlayan kazanlar,kupa finalinde Galatasaray karşısında alınan 5-1'lik mağlubiyetin ardından fokurdamaya başladı.Kaleye gelen 5 topun 5'inin de gol olduğu bu maç ile ilgili ''Fener'in hakkıydı'' demenin mantığını,o maça tanıklık etmeyen kimsenin anlayamayacağı bir 90 dakikaydı bu.Yenilen 5 golün hiç birinde hatası olmayan Fenerbahçe stoperi Luciano,bir ilke imza atarak bu 5 pozisyonun içinde de yer almıyordu.Yine aynı maçta bir başka imza atan Rüştü Reçber ise gelen her topu istisnasız kalesine buyur ediyordu.Maçın ardından yapılan eleştiriler Daum'un takımı iyi hazırlayamadığı,maç taktiğinin yanlış olduğu,Daum ile sezon sonu mutlaka yolların ayrılması gerektiği yönünde olsa da,1 ay sonra 1-0'lık bir Galatasaray galibiyeti ile gelen şampiyonluk tabloyu yeniden toz pembeye çeviriyordu.

Fenerbahçe'deki kariyeri boyunca hakkındaki argümanların tamamı koşmuyor yönünde devam edecek olan Alex de Souza sezonu 23 golle tamamlarken,büyük umutlarla transfer edilen Nicolas Anelka sezonu sutopu takımı ile havuzda tamamlıyor,bu süre zarfında da 4 gole imza atıyordu.Devre arasına kadar 4-3-1-2,4-2-3-1 türevi dizlişler ile sahaya çıkan Fenerbahçe,sezonu genel olarak klasik 4-4-2 ile tamamlıyor,Christoph Daum'un defansif orta saha olarak sadece Aurelio'yu oynatması dillerden düşmeyen yegane eleştiri konusu oluyordu.

Futbol sahnesinden Beckenbauer ile birlikte silinen sarkık libero tanımının Türkiye'deki son temsilcisi Ümit Özat'ın bir önceki sezon ön liberoda,bu sezon ise sol bekte değerlendirilmesi -Quresma da kimmiş,trivelanın kralını yapardı!-,hangi bölgenin oyuncusu olduğunu kendi dahil kimsenin bilmediği Tuncay Şanlı'dan sol önde yararlanılması,kariyeri boyunca ön orta saha -sağ,sol,göbek- oynamış Aurelio'dan Türkiye'nin gördüğü en iyi defansif orta saha oyuncusu çıkartılması üzerinde genel olarak durulmazken,bu konu üzerinde duran azınlığın ise ortak kanısı oyuncuların özverili ve çok yönlü oyuncular olması yönündeydi.Öyle ya,o yıl 98.yılını geçiren kulübün kapısından faydalı tek bir teknik adam dahi girmemişti.Hiddink çizgi defans oynatan bir hayalperest,Löw burnunu karıştırıp,terlik giyen,görgü kurallarından nasibini almamış bir Alman,Mustafa Denizli sahadaki yabancı sayısını saymaktan bihaber bir alkolik,Daum ise kokainmandı.Varsa yoksa futbolcuların özverisi,yönetimin hiç bir fedakarlıktan kaçınmamasıydı yıllardır Fenerbahçe'yi taşıyan.Efsane başkan Ali Şen! bile ''Bir teknik adamın takım üzerindeki etkisi %10'u geçmez'' diyordu.Yıllar sonra,bambaşka diyarlardan huysuz bir ihtiyarın bu tezi çürütme adına ''Teknik adamların takımlar üzerinde yarattığı olumlu etkinin %10'u geçmeyeceği yönündeki düşünce doğru olabilir ancak yaratabilecekleri negatif etki %100'dür'' gibi muhteşem açıklama yapan ve bu işi Ali Şen'den daha iyi bildiğini kimsenin tartışamayacağı Giovanni Trapattoni ise o sırada Benfica ile Super Liga şampiyonluğunu elde ediyordu.

Gelen hiç bir yabancı hocanın ne İsa'ya ne Musa'ya yaranamadığı bu topraklarda yaşayan nüfusun %50'si doktor,%50'si avukatken,%100'ü teknik direktördü...

Devam edecek...